Vizyon filmlerini kaçırmayan sıkı festival takipçisi, DVD, Blu-Ray ve çizgi roman koleksiyoncusu. Ara sıra da bu konular üzerine yazar. Kısaca Sinema Manyağı.
RTÜK; Netflix, Disney +, Amazon Prime Video, Mubi, Bein ve Blu TV'deki toplumsal ve kültürel değerler ile Türk aile yapısına aykırı yapımlar için üst sınırdan idari para cezası yaptırımı kararı aldı.
Inside:
Çok lüks bir binanın, daha da lüks çatı katı dairesine, pahalı bir tabloyu çalmak için giren bir hırsız, alarm sisteminin beklenmedik bir şekilde çalışması ve daireden tüm çıkışların otomatik olarak kapanması üzerine, içeride hapis kalır ve olaylar gelişir.
#Berlinale2023
İtiraf ediyorum, Big Fish'i izlememiştim. Her nedense buralarda vizyona girmemişti, sonradan DVD'sini aldım, galiba Blu-Ray'ini de aldım, Netflix'de karşıma çıktı ama kısmet Cermodern açıkhava sinemasınaymış.
Şimdiye kadar duyduğum tüm övgülere hak veriyorum, harika filmmiş.
Fırsat bulunca daha detaylı yazarım ama sinemadan çıkar çıkmaz heyecanla haykırmak istediğim bir film oldu Babylon: BA-YIL-DIM.
Bugünlerde ortamlara da düşmüş diye duydum. Hala sinemalardayken, kesinlikle evde izlemeyin. Bu filmin yeri sinema salonu. Büyük, abartılı ve aşırı!
Un divan à Tunis (Arab Blues):
Yıllarca Fransa'da yaşadıktan sonra, ülkesi Tunus'a dönüp, mesleğine orada devam etmek isteyen bir psikologun öyküsü. Artık bir Tunusludan çok Fransız sayılabilecek Selma karakteri üzerinden, komedi kalıplarında bir kültür çatışması anlatıyor.
Yılın liste dönemindeyiz. Farklı sitelere de listeler verdim, görenler olmuştur ama kendi kategorilerime göre tek tek gideyim bu sene de.
Önce Türkiye'de vizyona giren tüm filmler arasından en iyiler.
Mansiyon 3: May December (Bir Skandalın Peşinde)
Keanu Reeves,
#TheMatrix
Resurrections'ı sinemaya gitmek yerine HBO Max üzerinden izleyeceklerle hiçbir problemi olmadığını dile getirdi.
"Yani, tabii, eğer mecbursanız oradan izleyin."
Godland (Tanrı'nın Unuttuğu Yer):
Festivalin en merak edilen filmlerinden biri Godland'di. Yönetmen Hlynur Pálmason, son 5 senedir emin adımlarla ilerleyen bir filmografi inşa ediyor kendine. Bu da çok iyi çekilmiş bir film. Harika kadrajları, eşsiz görüntüleri var.
#AnkaraFF2022
Otoban Katilleri:
Arkadaşlar, şu an bana inanmayacaksınız ama şaşırtıcı derecede iyi bir film. Konusu en baştan ilgimi çekmişti. Kötü bile olsa, en azından cin/büyü filmlerinin domine ettiği tür filmlerinde, farklı bir soluk olabilir demiştim. Sadece farklı değil, iyi de çıktı.
Fransa'da bıçaklı saldırı: Nice'teki Notre-Dame kilisesinde gerçekleşen saldırıda en az 3 kişi öldü. Polis, bir kadının başı kesilerek öldürüldüğünü söyledi.
Kurak Günler:
Filmden çıkar çıkmaz, heyecanla bir tweet atmıştım. Üzerinden iki gün geçti, o ilk heyecan azaldı ama filmin üzerimde bıraktığı his geçmedi. Gerçekten Emin Alper, çıtayı alıp, başka bir seviyeye koymuş. Çok iyi.
#alt
ınportakal
Le bleu du caftan (Mavi Kaftan):
Fas'ın geçen seneki Oscar adayı olan, son derece zarif bir film. Halim ve Mina, Fas'ta bir terzi dükkanı işleten bir çifttir. Mina, dükkanın işletmesini üstlenirken, Halim ise geleneksel usullerle terzilik yapar.
#u
çansüpürge
The One I Love (Tek Aşkım):
Zamanında vizyona girdiğinde Ankara'ya gelmemişti. Nihayet, MUBİ'den ayrılacak diye izledim. Bayağı iyi bir filmmiş. Benim gibi, hala izlemeyen varsa önereyim.
O zamanlar birisi, film hakkında bilgi edinmeden izleyin demişti. Aynen katılıyorum.
All of Us Strangers:
Berlin'e her gittiğimde, festival dışından, bizde vizyona girmeyecek 1-2 filmi de izlemeye çalışıyorum. Bu sene, All of Us Strangers'ı seçtim. Çok da iyi yapmışım. Festivalde izlediğim tüm filmlerden iyi. Bu kadar içeriden bir yerden vurmasını beklemiyordum.
Geçenlerde buralarda Lantana övülmüştü, Mubi'den ayrılmadan izleyin denmişti. Kim olduğunu hatırlamıyorum ama ben de Mubi'den ayrılmasına 4 saat kala önermiş olayım.
Taş gibi filmmiş. O dönem, kesişen hayatlar filmleri modaydı. Bu da en iyilerinden.
Sigurno mjesto (Safe Place / Güvenli Bir Yer):
Of ki of. Festivale üzerimizden buldozer gibi geçen bir filmle başladım. Bayağı ağır ve depresif bir film. İntihar meselesi ile ilgili olduğunu bildiğim için bekliyordum ama film gerçekten de, kaçacak alan bırakmıyor.
#istfilmfest42
Subtraction (Çıkarma):
Festivalin, beni olumlu anlamda en şaşırtan filmi. Aldığı önemli bir ödül yoktu ama konusu ilginç gelmişti. Başroldeki Taraneh Alidoosti'yi de beğenirim. İzleyeyim dedim. Finale doğru biraz bozsa da, taş gibi diyebileceğim bir neo-noir çıktı.
#istfilmfest42
Le règne animal (Hayvan Krallığı):
İnsanları hayvana dönüştüren bir salgının yayıldığı, alternatif bir yakın gelecekteyiz. Temelde bir baba-oğulu izliyoruz. Anne, bir hayvana dönüşmüş bile. Oğlanda da hastalık yavaş yavaş ilerliyor.
#adanaaltinkozaff
Liste terörüme başlıyorum.
Halen sinemada vizyona girme olayını önemsediğim için, öncelikle Türkiye'de 2022 yılında vizyona giren en iyi filmler (yerli/yabancı ayırmadan).
İlk 10'dan önce mansiyonlar.
Mansiyon 3: Everything Everywhere All at Once (Her Şey Her Yerde Aynı Anda)
My Love Affair with Marriage (Evlilik Hayatım):
Çocukluğundan beri, bir kadının hayattaki en önemli amacının, mutlu bir evlilik yapmak olduğuna inandırılmış bir kadının, özgürleşme ve kendini bulma hikayesi.
#alt
ınportakal
Yattım, kalktım, Will Smith övenler olmuş buralarda. Hareketin saçmalığı bir yana, adam açıklama yaptığı konuşmasını bile tümüyle, "kadınlar korunmaya muhtaçtır" anlayışına dayandırdı. Senelerdir kadınlar bu anlayışa karşı çıkmıyor mu?
Speak No Evil:
Yönetmen Christian Tafdrup, filmi tanıtırken test gösterimlerindeki seyircilerin filmden nefret ettiği yorumları okumuştu. Film öncesinde de Haneke dedi, Trier dedi, izleyeceğiniz en rahatsız edici filmi yapmak istedim dedi. Valla haklıymış.
#Sundance
Past Lives:
Sundance’de gösterildiğinde övgülerle karşılan bu film, Berlinale’de de ana yarışmada olunca, bu kez kaçırmadım. İyi ki izlemişim, festivalin sevdiğim filmlerinden biri oldu. Film, Güney Kore’li iki karakterin, hayatlarının çeşitli dönemlerine bakıyor.
#Berlinale2023
Zeki Demirkubuz ne mesaj vermek istemiş, eleştirmenler sinemadan anlar mıymış, zaten onlar eleştirmen miymiş, yönetmelik bir kez delinse bir şey olur muymuş derken Recep İvedik seanslarını gördüm ve kendime geldim, gerçek dünyaya döndüm. Biz ne konuşuyoruz Allah aşkına?
The Old Oak (Umudunu Kaybetme):
Bıkıp usanmadan işçi sınıfının dertlerini anlatan, sosyalist dedemiz Ken Loach'ı seviyorum. Evet, son yıllarda sineması için yapılan eleştirilerin bazıları bu film için de geçerli ama yine de izlerken, iyi ki varsın Ken Loach dedim.
#engelsizff
107 Mothers (107 Anne):
Ukrayna'da bir kadınlar hapishanesinde, bebek bekleyen kadın mahkumları anlatan, şaşırtıcı derecede gerçekçi bir film. Yönetmen Peter Kerekes, deneyimli bir belgeselci imiş zaten. Filmde bunu çok net hissettiriyor.
#AnkaraFF2022
Yapımcılar ve Mars grubu arasındaki olayın nedenlerinden birinin de zamanında iki büyük sinema zincirinin birleşip tekel olması olduğunun farkındayız değil mi? Rekabet Kurumu dahil kimse ses çıkarmamıştı. Şimdi, o kadar büyüğüz ki, umurumuzda değilsiniz diyebiliyorlar.
Oh be, sinema varmış! Yıllar sonra Pan'ın Labirenti'ni tekrar sinemada izlemek çok güzeldi. 17 yıl ne zaman geçti ya?
Başka Sinema'nın böyle gösterimlerini genelde coşkuyla karşılıyorum zaten. Bu da modern bir başyapıt. Her yerinden tutup övebilirim ama gerek yok :-)
The Zone of Interest:
Cannes'dan beri övenler haklıymış. Çok iyi film. Jonathan Glazer,hiç göstermeden, Nazilerin toplama kamplarında gerçekleştirdiği vahşeti hissettirmeyi başarıyor.
Son of Saul'un yaptığına benzer bir şey yapıyor ama ondan daha radikal bir şekilde.
#34AnkaraFF
Brief History of a Family:
Bu sene Berlinale'de izlediğim en iyi filmlerden biri. Anne-baba ve oğuldan oluşan, standart bir orta-üst sınıf, çekirdek ailemiz var elimizde. Günün birinde, çocuklarının okuldan bir arkadaşı, yavaş yavaş içlerine dahil olmaya başlıyor.
#Berlinale
R.M.N. (MR):
En baştan söyleyeyim. Adana'da izlediğim en iyi film. Epeydir film çekmeyen, yapımcılığa ağırlık veren Cristian Mungiu sağlam bir filmle sahalara döndü. Yabancı düşmanlığı ile ilgili nokta atışı tespitleri var ve bunu çok iyi bir sinema ile anlatıyor.
#altinkozaff
The Souvenir: Part I & II (Hatıra: Bölüm 1 & 2):
Yazacağım yazacağım, sürekli erteliyorum ama şu 2 harika filmden bahsetmeden geçemezdim. İki ayrı film ama birbirlerini tamamlayıcı yapımlar oldukları için birlikte söz edelim. Festivalde de arka arkaya izledik zaten.
#u
çansüpürge
Joyland:
Aslında bu filmden Onur Ayı bitmeden bahsetmek lazımdı da ancak sıra geldi. Pakistan'da muhafazakar bir aileden gelen bir adamla, trans bir kadının aşkını anlatan filmi, Başka Sinema da Onur Ayı'nı düşünerek vizyona soktu ama konusunun altını çok çizmek istemedi sanki.
Killers of the Flower Moon (Dolunay Katilleri):
Scorsese ustamız, filmografisinin bir ayağıyla Amerikan tarihini deşmeye, bu tarihin suç dünyası ile doğrudan ilişkisini irdelemeye, bunu da çok iyi bir sinema ile yapmaya devam ediyor.
Bundan sonra, Kurukahveci Mehmet Efendi'ciyiz!
(Cidden, ilk önce ne alaka dedim ama destek istemek/vermek kimin aklına geldiyse, öpüyorum kendisini. Restorasyon olayı önemli. Keşke daha fazla ve daha özenli yapılsa)
Önemli Türk başyapıtlarından Hakkari’de Bir Mevsim filminin Kurukahveci Mehmet Efendi desteği ile yenilendiğini duyurmaktan mutluluk duyuyoruz.
Erden Kıral tarafından yönetilen 1982 yapımı film sürgün olarak Hakkâri'ye giden bir öğretmenin, orada güçlükler içinde geçirdiği bir
Toplumumuzu güçlü kılan ve ayakta sağlam bir şekilde tutan, bizi biz yapan inanç ve kültürel değerlerimizi hedef alan, kaynağı ve maksadı belli sapkın hegemonya, ülkemizin geleceği olan gençlerimizi medya aracılığıyla hedef alıyor. Uluslararası yayıncı “Prime Video”nun Türkiye
Bergman Island (Bergman Adası):
Mia Hansen-Løve'ın bu filminin adını uzun süredir duyuyorduk. Hatta, yanlışım yoksa, çekimleri pandemi öncesinde bitmişti. Ama beklediğimize değmiş. Leziz bir film. Her şeyden önce bir sinefil filmi.
Abiding Nowhere:
Tsai Ming-liang, çok kendine has bir yönetmen. Zaten filmlerinin temposu yavaştır ama bu bir üst seviyede. Tam bir meditasyon filmi çekmiş. Bir keşiş, dünyanın çeşitli coğrafyalarında yürüyor. Ama çoooooook yavaş bir şekilde yürüyor.
#Berlinale
Lynch/Oz:
İşte sinemaseverlerin ağzının suyunu akıtacak bir belgesel. Daha önce de sinema üzerine harika belgesellerini izlediğimiz Alexandre O. Philippe, bu sefer David Lynch filmleri üzerindeki, Wizard of Oz filminin etkisinin izini sürüyor.
#istfilmfest42
Limbo:
Berlinale gibi festivallerde, ana yarışmada polisiye filmlere çok fazla rastlamıyoruz. Avustralya’dan gelen bu film, bir tür filmi ama ana akım numaralarına girmeden, hikayesini sakin ve sessizce anlatmayı seçiyor.
#Berlinale2023
Some Rain Must Fall (Biraz Yağmur Yağmalı):
Başka Sinema, yazı zayıf filmlerle geçiriyor. Esasen birkaç film hariç, tüm vizyon öyle. Ama bu film, birkaç aydır vizyonda izlediğim en iyi film olabilir. Ama uyarayım son derece karanlık, depresif ve yavaş bir film.
Madem yılın son gününe geldik, milyonların merakla beklediği(!) listelerim de gelsin.
Sinema vizyonunu önemseyen bir boomer olduğum için, Türkiye'de bu yıl vizyona girmiş yabancı filmlerden başlayalım.
Mansiyon 3: Sous le Ciel d’Alice (Lübnan Semaları / Skies of Lebanon)
Uçuş 811:
Yine 2 ay öncesinden bir filme döneyim.
Uçuş 811, konusuyla ilgimi çeken, sinemamızda pek fazla örneğine rastlamadığımız filmlerden biriydi. Çünkü girişi ve flashbackleri dışında, tümüyle bir uçağın içinde geçen bir gizem-gerilim filmi.
Ödüller verilirken ben Suzume izliyordum. Valla ben bayıldım. Yarışmanın benim için en iyisi olabilir (izlediklerim içinde).
Hikayenin tümüyle Japonya'daki depremler üzerinden ilerlemesi, tuhaf hissetirdi. Gerçi burada doğaüstü bir yere bağlamışlar.
Asteroid City (Asteroit Şehir):
Wes Anderson filmleri için, sürekli aynı filmi çekiyor diyenlere cevabım, ama yine aynı keyifle izliyorum oluyordu. Bu filme de aynı heyecanla başladım ama bu sefer bana da yine aynı şeyi izliyoruz hissi vermesi de çok uzun sürmedi.
Of ki of. O kadar da değildir artık dediğimiz her şey olmuş. Dizi senaryo aşamasında bakanlığa gidiyor, eşcinsel karakter var diye reddediliyor, "tüm ekibin ortak kararıyla" eşcinsel karakter çıkarılıyor, sonra Netflix müdahale istemediği için kendisi vazgeçiyor. Yazık bu ülkeye.
#NetflixT
ürkiye'nin, Kültür Bakanlığı ve RTÜK'ün baskısıyla çekimlerini iptal ettiği 'Şimdiki Aklım Olsaydı' dizisinin yaratıcısı/senaristi Ece Yörenç'le konuştuk: “Bir gey karakter nedeniyle dizinin çekimlerine izin verilmemesi ilerisi için çok korkutucu”
Sonbahar'ı sinemada 3., toplamda kim bilir kaçıncı izleyişim. Filme bayılırım, hatta 2000'lerin Türkiye sinemasında bir başyapıt sayarım. Başka Sinema'nın tekrar göstermesi de harika ama...
Çok kötü bir çözünürlükle izledik ya. Muhtemelen zamanında 35'ten DVD'ye aktarılan kopya.
The Peasants (Köylüler):
Loving Vincent'in yönetmenleri yine çok etkileyici bir filme karşımızda. Aynı animasyon tekniğini, bu sefer Nobel ödüllü bir romanı sinemalaştırmak için kullanmışlar. Bu film, diğeri kadar çok sevilmedi gördüğüm kadarıyla ama ben yine yukarılara koyarım.
The Batman:
DC, Marvel'e öykünüp, onun farklı bir versiyonunu yapmaktan vazgeçtikçe ve kendi yoluna gittikçe, daha iyi işler çıkartıyor. Bunu yaparken de daha çok "graphic novel" mantığında işlere yöneliyor. Bunda en verimli kaynak da Batman ve onun evrenindeki karakterler gibi.
Haunting of the Queen Mary (Queen Mary'nin Laneti):
İyi ki bu haftanın film bolluğunda, elediğim film bu olmamış. Hiç beklemiyordum ama çok güzel bir sürpriz oldu, keyifle izledim. Harika bir film demeyeceğim elbette ama B sınıfı bir korku filminden beklediğimi fazlasıyla verdi.
Beau is Afraid (Korkuyorum):
Ari Aster'den, tarif etmesi zor, izlemesi çaba isteyen, aynı zamanda çok da cesur bir film. Cesur, çünkü önceki iki filmiyle Aster'e bayılanlar, bundan nefret edebilir. Kendisi de bunun gayet farkında olarak çekmiş olmalı filmi.
Yeni yıl sabahı itibarıyla 2022 raporum:
-712 uzun film
-215 kısa/orta metraj film
-81 dizi bölümü
Filmlerde geçen senenin altındayım, dizilerde üstündeyim ama görüldüğü gibi yine az dizi izlemişim.
Bu yıl ilk kez ya da tekrar izlediğim klasiklerden de 4'lü bir seçki bırakayım.
1976 (Chile '76):
Pinochet’nin diktatörlüğünün ilk yıllarındayız. Sokaklarda diktatöre karşı protestolar, sert bir karşılık bulurken, üst sınıf hayatlarına mutlu mesut devam ediyor. Yani çok mutlu olmasalar da, pek de etliye sütlüye karışmıyorlar diyelim.
#u
çansüpürge
Xavier Dolan sinemayı bıraktığını açıklamış. Bence bir yerde dönecektir de (Teoman mode) son dönem filmlerini sevmedik diye de gömmeyelim şimdi. İlk döneminde, çok sevdiğim dört filmi var.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait de la jeune fille en feu):
Filmekimi Ankara ayağının ilk gününde bir film izledim ama tüm seçkinin en iyisini izlemiş olabilirim gibi bir his var içimde. Nefesim kesilerek, hayran hayran bakarak, filme adım adım aşık olarak izledim.
Raining Stones (Yağan Taşlar):
İşte 1993'den gelen, daha genç ve öfkeli Ken Loach. Genç derken, o zaman da 57 yaşındaymış gerçi ama olsun :-)
Ben gerçekten gençken izlemiştim ama neredeyse tamamen unutmuşum. Güzel oldu.
#engelsizff
Mubi'ye harika filmler gelmiş ama tanıtımı yapılmamış. Gözlerden kaçmasın.
(Harika filmler derken vallahi dalga geçmiyorum. Bir Eric Rohmer arkasına, Vahşi Kan izlemenin keyfi başkadır 😀)
Kadın Olmanın Günahı:
Bir sürü festivalde ve gösterimde kaçırdığım bu filmi nihayet !f'de yakaladım. İyi ki de yakalamışım. Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk dönemindeki kadın mücadelesi ile ilgili bilmediğim çok şey varmış.
IMAX salonunda tek başıma film izlemek gibi bir hayalim vardı ama bunun için pandemi olmasa iyiydi tabii.
İkinci yarıda, tüm koltuklara tek tek oturmayı planlıyorum 😃
Fındıktan Sonra:
Ercan Kesal'ın bir yüksek lisans tezinden hareketle, yıllar önce yardımlaşmanın/imecenin çokça gerçekleştiği, her şeyiyle kendine yetebilen Düzce'nin bir köyünde sadece fındık yetiştirilmeye başlanması ile yaşanan değişimin izini sürdüğü bir belgesel.
National Theatre Live: Prima Facie:
Bunu fazla bekletmeden, duygular taze tazeyken hemen yazayım. Çünkü gerçekten harikaydı. Kanlı canlı, karşımızda izlesek, hala kendimize gelememiştik muhtemelen. Metin zaten iyi ama Jodie Comer almış, arşa çıkarmış.
Mukavemet:
Yönetmen Soner Caner, yeni filminde teknik olarak zor bir işin altına girmiş. 104 dakikalık bu film, tümüyle tek plan olarak çekilmiş. Büyük çoğunlukla bir apartman dairesinde geçmekle beraber, sokakta başlayıp, sokakta biten bir film.
#AnkaraFF2022
May December (Bir Skandalın Peşinde):
Todd Haynes, iki hayal kırıklığı sonrası, sahalara sağlam bir şekilde geri döndü. Cannes'da ödül alamadı belki ama benim bu festivalde en keyifle izlediğim filmlerden biri oldu.
#adanaaltinkozaff
Ankara seyircisi sinemaya açmış yahu. Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası'nda dokuz yıldır ilk defa, bir filmde oturacak yer olmadığı için geri dönmek zorunda kaldım. Üstelik öncesinde, erken gitmenin manası yok diye yakınlarda bir yerde kahvemi yudumluyordum. Kafamı...
David Prowse'u kaybetmişiz. Darth Vader maskesinin altındaki, yüzünü hiç görmediğimiz adam oydu.
10 yıl önce kendisiyle bir söyleşi de yapmıştım. Çok da nazik bir İngiliz beyefendisiydi.
R.I.P. sir!
Temmuz vizyonunda neler var acaba diye bakarken karşıma çıkanlar:
- Zir-i Cin
- MA_ŞER
- Zehşin
- Cin'ür - Racim
- Babil-i Cin
- Cin Fısıltısı (Bu çok düz olmuş be. Vakit varken, Fısıltı-ü Cin falan yapın bari.)
Ya cidden, vizyonun yerli film ayağı bunlara kaldı ya...
Sevgili film dağıtımcılarımız,
X'i vizyona sokmuştunuz, MaXXXine de bu hafta girdi. Pearl'ün suçu neydi de vizyona sokmadınız da Amazon Prime'da izlemek durumunda kaldık?
The Lost Daughter (Karanlık Kız):
Bu filmin adı ilk duyulmaya başladığında, çok dikkatimi çekmemişti. Hatta Venedik'te yarışıp, senaryo ödülü aldığında bile, öyle çok ümidim yoktu. Ama Maggie Gyllenhaal, taş gibi film çekmiş gerçekten. Bayağı iyi.
Fransız Din Savaşları döneminde geçen, Isabelle Adjani’nin başrolde olduğu Shakespeareyen bir epik. KRALİÇE MARGOT. Restore edilmiş kopyasıyla karşınızda.
Kuru Otlar Üstüne:
Ve sıra geldi festivalin flaş filmine. Aynı gün, aynı saatte sinemanın tüm salonlarında bu film oynuyordu ve hepsi tıklım tıklımdı. Biz basın olarak, sabah 9'da izledik. Kısaca, NBC, Kış Uykusu ile girdiği yola devam ediyor diyelim.
#adanaaltinkozaff
Son Akşam Yemeği:
28 Ekim 1923'de Çankaya Köşkü'nde yenen yemeği anlatırken, Atatürk ve Cumhuriyet filmi görünümü altında, bol bol Osmanlı övmeyi başarmışsınız. Tebrik ediyorum!
Filmin sonunda, İletişim Başkanlığı'nın dev logosunu görmek hiç şaşırtıcı olmadı.
ODTÜ ring sırasında önüme geçtiği için uyardığım çocuk bana, "3 senedir buradayım" dememiştir di mi? 3 sene mi? 3 sene nedir?
"Ben 25 senedir buradayım" dedim ben de. So what?
Ha, bir de burada herkes ring beklemiyor ki dedi. Dostum, sence ring sırasında ne bekliyor olabilirler??